26 Kasım 2020 Perşembe

Spin Kuantum

        Yararıma hizmet etmeyen hiçbir beceri başarı değildir. Yapabilme öngörüsü bilgi ile harmanlandığında heves kırar. Teoriden pratiğe uygulama isteği yok olur. Pratiğini izleyerek öğrenilen bilgi beceriye dönüşür. Beceriyi kullanmak bana faydalı olduğu derece beceridir. Yaratıcılık ve beceriklilik kişilik özellikleridir. Yaratmak bana faydalı olmasa da yaratmaktır. Fikirden pratiğe dökülen uygulama yaratmanın başlangıcıdır. Pratikte başarılı geri dönütler aldıkça deney yapma isteği artar. Yapabilme öngörüsü deneylerle harmanlandıkça heves artar. Yararıma hizmet etmese de yaratmak bir başarıdır.

        Yararıma hizmet etmese de yaratmak bir başarıdır. Yapabilme öngörüsü deneylerle harmanlandıkça heves artar. Pratikte başarılı geri dönütler aldıkça deney yapma isteği artar. Fikirden pratiğe dökülen uygulama yaratmanın başlangıcıdır. Yaratmak bana faydalı olmasa da yaratmaktır. Yaratıcılık ve beceriklilik kişilik özellikleridir. Beceriyi kullanmak bana faydalı olduğu derece beceridir. Pratiğini izleyerek öğrenilen bilgi beceriye dönüşür. Teoriden pratiğe uygulama isteği yok olur. Yapabilme öngörüsü bilgi ile harmanlandığında heves kırar. Yararıma hizmet etmeyen hiçbir beceri başarı değildir.



25 Eylül 2020 Cuma

Somebody Please! Get This Man A Gun

      Seçilmiş kişilik delüzyonu sonu gelmeyen bir tarih tekerrürüdür. Nasıl olduysa artık seçilmiş kişi olmaya dair kişisel kanaatler geride kalmış, seçilmiş kişilerin olacağı ve geleceğine dair kanaatler de artmış. Tek tanrılı dinler ve özellikle de peygamberliğin sonu olduğunu vaat eden İslamiyet bile bu delüzyonun önüne geçememiş. Seçilmiş kişi arama delüzyonunu eskiden çaresiz anların, çaresizlik hissinin bir dışavurumu olarak görüyordum. Şimdilerde ise popülarite ve fanatizmin de delüzyonel olduğunu düşünüyorum. Popüler bulunan ve tarafını seçtiğin şeylerle oluşturulmuş bir kimliğimiz bile var. Hepsi sosyal medya kurumlarının depolarında. Bu kimlikler veya karakterler öyle büyük bir sanrı ki başka bir insanı bununla tanıyabilir, bunlara göre bir kişiyi yargılayabilir hatta bunlarla insanlara karşı bir duruş sergileyebilirsiniz.

     Fanatizmin konusu kişiler olunca aklım almıyor. İnsanın hayatını hiç etkilemeyecek şeyler üstüne yaptığı tüm düşünsel aktivite kısıtlı ve keyif verici olmalı. Fanatizmin kendisinin kötü olup olmadığı tartışması bir yana dursun. Hayran olunan kişi ve kişiler tartışma konusuyken kendine ne kattığı konusu hiç bu tartışmanın içinden geçmiyorsa burada bir gariplik var diye düşünürüm. Sonuçta bana göre bir başkasının hayatını kendi önüne almakla aynı şeydir. Zamanında Hitler'i savunan bir Alman bile kendi menfaatini de içeren bir ideolojiyi savunuyordu en nihayetinde. Günümüzde ise sırf çirkin o dedim diye bana çirkin olmadığını savunacak ve hayatlarında onunla hiç denk gelmemiş Kıvanç Tatlıtuğ hayranları var. Bu güç! Hitler'de bile yoktu. 

     Köklerimizden gelen bu delüzyon, Tanrıyı nasıl var ettiğimiz sorusuyla başlar ve Eyes Wide Shut filmine kadar gider. Benim değinmek istediğim ise eski bir hikayedir. Anka kuşunun, Simurg'un hikayesi. Hikayede anka kuşundan çare bekleyip, bulamayınca onu aramaya giden kuşların yolculuğunu anlatır. Bütün kuşlar Kaf Dağı'nın ardına 7 zorlu vadiyi aşarak gitmeye çalışır ve hepsi yolda telef olur. 7 vadiyi de geçen son 30 kuş farkederler ki anka kuşu diye bir kuş yoktur, anka kuşu aslında kendileridir. Hikaye o kadar trajikomiktir ki kuşlar delüzyondan delüzyona geçiş yapıyorlar. Bütün kuş ırkının yok edemediği bir felaketi 30 kuş yok edecekmiş gibi kendilerini anka ilan ediyorlar. Yapılan yolculuktaki 7 vadinin de irade, aşk, zevk vs. üstesinden gelince insanı geliştirecek 7 özellik olduğu düşünülüyor. Kişiyi seçilmiş kişi bekleme delüzyonundan alıp bizzat kendisi seçilmiş kişiymiş delüzyonuna kapılması için mükemmel bir hikaye. Geçmişten gelen bu gazlayıcı hikayenin günümüzden farkı tek delüzyonun olması. Kişi ya seçilmiş kişi bekler ya da olur. Şimdilerde ise insanlar hem seçilmiş kişiyi bulmaya hem de olmaya çalışıyor. Hem bir tapınma hem de bir benzeşme çabası var. Gelecek nesillere aktaracak hikeyelerimiz Simurg'un hikayesinin yanında içler acısı mı kalacak yoksa kendiliğin olması gereken normal bir şey olduğu toplumu mu inşa edeceğiz merakla bekliyorum.






9 Eylül 2020 Çarşamba

Adem Manâya Derler Surat ile Kaş Değil

     Otopsi odasında merakla etrafa bakan gözleri ve nasıl bir vakaya denk geleceğimizle ilgili fısıldaşmaları çok iyi hatırlıyorum. Kurşunlanmış maktul odaya girdiğinde ölü gibi bakan gözlerin gerçekten ne anlama geldiğini öğrenmiştim. Kalabalığın içindeki uğultu, tiksinti ve korkuyla merak arasında gidip gelen havanın arasında içimi ürperten, beni düşündüren tek şey maktulün bakışlarıydı. Empati veya özdeşim yaptığımı hatırlıyorum. Düşünmeye daldığım anda bakışlarımda hissettiğim boşluğun ve başka dünyalara geçmenin böyle bir şey olduğunu düşünüyordum. Ta ki o ana kadar. Yan masaya yeni doğan bir bebek yatırılana kadar. Herkesin içindeki acıma hissinin tavan yaptığı bir andı. Bu cesedin kesilip parçalanacak olmasını geçtim, ceset olmasını bile kaldıramayacak yüzler vardı etrafımda. Sanırım 5 dakikadan daha az bir sürede oldu olan. Teknisyenin kafa derisini soyup, kafatasını açmasının ardından acıma duygusu ile dolu olan bir grup öğrencinin bebeğin iç organlarını merakla incelemeye başlaması. Profesyonel olmaya çalışma zorlantısının ötesinde bir şey gördüm. Bir canlının suretini veya şeklini kaybetmesiyle bütün hislerin yok olduğunu gördüm.
     Yaşam boyunca gözlerimiz bol bol et ürünü görmektedir, çiğ veya pişmiş. Göze neredeyse hiç batmayan bu görüntü alışkanlıktan mı bu hale geldi veya suretlerle hiç karşılaşmadığımız için mi bu kadar rahatız? O an aklıma gelen soru buydu. Hayat içinde kendi hayvanını yetiştirip sadece onların etini yiyebilme kotası koysaydık inanıyorum ki şu zamankinden kat kat daha fazla vejeteryan insanla karşılaşırdık. Başkası bizim için bu suretlerin icabına baktığında nasıl rahat hissediyoruz ama kendimizi. Kötü veya tiksinç eylemlerin maşası olmaktan kurtulma rahatlaması. Öldürme güdüsü veya katil olma düşüncesinden arınmak bu kadar önemli mi, veya ne kadar önemli?
      Toplumda, hukukta kozmetik olarak fazlasıyla önemi olan insan suretinin artık sadece kozmetik  olarak değil fonksiyonel olarak da hayati bir önemi olduğunu düşünmeye başladım. Beyin, karaciğer, böbrek kadar önemli ve insanı hayatta tutan bir organ. İnsanların sadece güzellik veya çirkinlikle sıfatlandırmasından öte empatisi yapılacak bir canlı veya harcanabilecek bir et parçası olarak görme ayrımını sağlayan bir organ. İnsanların içindeki Kâbil'den bizi koruyan kalkanımız. Fazlasıyla abartılı olan bu iddiamın tek dayanağı ise kendi farkındalığımdır. İçimdeki Kâbil'i izlemek bana yetecek, bolca delil sundu bu zamana kadar. Ne kadar görsem de göreyim Kâbil hala orada bir yerlerde. Habil ve Kâbil ile Adem olduk, cümleye server olduk. Belki içimizdekilere sırdır deyip geçtik, gayre hiç bakmadık. Bu hiç hoş değil.


2 Eylül 2020 Çarşamba

Dimetiltriptamin

    Bu kadar çok düşünmemek. Hayatımda en çok maruz kaldığım tavsiye. Ne kadar küçük gördüğüm ve aşağıladığım bir tavsiye olsa da dikkate almamazlık etmedim. Bu tavsiyeyi veren insanlar gözümde hep düğmesine basıp unuttuğum kettle gibi söndü gittiler. Denedim. Vazgeçmek hiç zor değildi, vazgeçtim. Başlarda eğlenceliydi. Rahatlamış hissettirdiği kesin. Pamuk gibi bir kaç hafta geçirdim. Ne kadar yürüsem yürüyeyim veya ne kadar çok şey deneyip yaşamış olsam da bir adım bile atmış gibi hissetmedim. Sıkıldım, çok sıkıldım. 
    İnsanın pür realist bir yanı var. Aklıma gelen her şeyi sokup törpüleyerek gözlemlediğim bir manikür dükkanı gibi. Yaşamın kendisini de törpüledim, hunharca, çatır çutur, pata küte. Gerçekçi bir bakışla elimizde olan yaşam veya bu beden biricik ve tek. Sonrası olacak mı, öncesi var mıydı vs. bu sorular uçuk hayal ürünlerinden başka bir şey değil. Düşünmememiz gereken esas şeyler daha çok bunlar gibi. Elde olan bu biricik bedenin bir ömrü var ve bunu heba etmenin aptallığı dayanılmaz derecelerde. Geçip giden bu zaman diliminde eğer ölümsüzlüğü bulamayacaksam bundan sonrasından medet ummak yerine buradan alabileceğim her şeyi almalıyım.
    Sağlıklı yaşamla, sporla vs. kazanabileceğim sadece 10-20 sene iken, akılla ve düşünmeyle atabileceğim adım asırları bile geçebilir. 25 yaşımda 70'lik amca teyzelere akıl verip onları çocuk gibi azarlamak zorunda kalıyorum. İnsanlara 50 yıl ilerisine kapı açıp adım attırabiliyorsam yazıyı bulmak 5000 yıllık geleceğe ve ötesine göz kırpmak değil de nedir? İlla pratik karşılığı olmak zorunda değil elbet. Hadi daha çok düşünelim diye bir tavsiye duymaya hasretim. 



19 Temmuz 2020 Pazar

5,972E24 Kilogram Dünya ve Bir Korkuluk

     Korku, bu aciz bedenleri hayatta tutan en önemli besin kaynağıdır. Zulmün tezahürü ve belki de geleceği görmenin fiziksel bir yansımasıdır. Kendisi bir zulüm olabileceği gibi sevgi nesnesi de olabilir insanoğlunun. Korku, kaç veya savaş yanıtının sorusudur.
     Hepimizin belirli veya belirsiz korkuları vardır dünya üstünde. Her şey potansiyel bir korku kaynağıdır insanlar için. Ortada bir "şey" olması, her zaman korkuyu da beraberinde getirir. Şeylerle etkileşimimizde var olan bu duygu kafa karıştırıcı bir etkendir. Çünkü kimisinin adrenalin sevgisini körükleyen bir odun olurken kimisi için de stres kaynağı olur. İnsanın bilinçdışından gelen dürtülerin ortaya konmasıyla alakalı kompleks bir mekanizma olabileceği gibi gayet basit bir çocukluk travması da olabilir. Basit bir korku etkeni farklı insanlarda farklı cevapların ortaya konmasına neden olabilir. Veyahut da farklı korku etkenleri ortaya aynı sonuçlar çıkarabilir. Yani psikiyatri biliminde belli başlı kalıplara oturtulabilirken, bazen de bu bilimin elini kolunu bağlayabilecek değişik bir duygu olabilir. Ne olup olmadığı benim için bu kadar muamma bir duygu olmasına rağmen elimle tutup oynadığımda bana bu kadar net bir cevap verebilen bir duygu da görmedim. Bu cevaplar ne kadar bana özel olsa da her insanda aynı etkileri ortaya koyabileceği için yazıyorum bu yazıyı.
     İnsan geliştikçe korkularını yenmeyi öğrenir. Korktuğunuz şeyler ve yenmek için ortaya koyduğunuz diğer şeyleri biraz olsun gözünüzün önüne getirerek bunun farkına varabilirsiniz. Sonuçta küçükten büyüğüne kadar yendiğiniz belki bir belki de onlarca korkunuzu bulabilirsiniz. Ama fizikte, matematikte olduğu gibi bu korkuların da enleri vardır. En büyük korkunuz belki bilincinizden bir sır gibi saklı duruyor olabilir. Ama saklı da olsa orada bir yerdedir. Belki de bütün hayatınız bunu yenmek üzere tecrübe edilmiş ve geliştirilmiş bir mekanizma olabilir. Bu korku sizi hayatta tutacak kadar bir enerjiyle sizi motive ediyorsa bunun üstüne gitmek veya bu yazıyı okumak sizin için gereksiz gelecektir. Ama bu korku sizi gereğinden fazla zorlayan bir hayat yaşamaya itiyorsa buradan sonrasını okumaya devam edeceksiniz demektir. En büyük korkularınızı bulmanın basit bir formülü olmayacaktır. Çünkü ne kadar derininize inerseniz o kadar direnç sizi bekliyor olacaktır. Ben burada sadece en büyük korkuyu yenmenin sonucunun ne olabileceği durumunu anlatacağım
     En büyük korkular insanın yaşamının her zerresine ulaşmıştır diyebilirim. Fark ettiğiniz her davranış veya her düşüncenin içinde onu bulabilirsiniz. İş bu ya kişi farkında olmadan da bu korkuyla savaşacak mekanizmalarını geliştiriyor. Ama bu en büyük korku fazla çocuksu bir şey olduğunda ki genelde böyle olur, kulak boynuzu geçmiş olur çoktan. Yani edindiğim deneyim ve savaşın ardından korkumla ilgili edindiğim farkındalığımın çoktan onu yenmeye yetecek bir araç olarak geliştiğini öğrenmiş oluyorum. Böyle bir durumda, hayatta kalmak için elimde ne gibi bir motivasyon aracı kalıyor ki? En büyük korkularınızı yendiğinizde diğer tüm korkular bunun bir simülasyonu gibi kalmaz mı yanında? Bu dünyanın belki de en zor işini yapmış biri olarak bu dünyada diğer karşılaşılacak her zorluğun veya korkutucu her işin anlamını yitirmesi gayet olağan olmaz mı? Bu dünyada kalan tüm zamanınız geçilmesi gereken basit bir test olarak gözlerinizin önüne serilse, bu dünyanın ardında ne göreceksiniz?


26 Haziran 2020 Cuma

Kvasirin Mührü

     Süperegonun kırbacından kaçamadığımız durumlar pingpong topuna benzer. İki raket arasında gidip geldikçe nihayetinde bir skora varmak zorunda kalır insanoğlu. Bu kırbacın acısını,kaygısını omuzlayacak insanoğlu görülmemiştir herhalde. Kafamda örnekleyebileceğim tüm senaryolarda, ahlakına ters düşen davranışta bulunan insan her zaman yaşadığı acıdan kurtulmaya çalışır.
     Narsist bir insanı ele alalım. Böyle insanlar genelde ahlak yoksunu gibi görünür ama hepsinde duyarlı bir yan vardır diye gözlemledim. Bu insanları böyle yapan o anki davranışları değil de bu davranışın arkasından gösterdikleri izlenimler böyle yapıyor diye düşünüyorum. Narsist insanın süperegoyla yüzleşme yöntemi daha çok kendini yücelterek kırbaç değdirmeme üzerinedir. Yani bulunduğu durumda hatalı veya haksız olduğunu kabul etmeyecek düzeyde yücelttiği benliğiyle süperegonun kırbacından da kurtulmuştur.
     İyilik meleği dediğim, narsistin zıttı, özverici olan kişiler ise süperegoyla temasa bile geçmeden bu acıdan sıyrılır. Bu acı kırbacın yakıcı darbesindense olup biteni engellemek için sürekli af dilenen veya her şeyden özür dileyen tipler olarak düşünebiliriz. Kendisiyle alakası olmayan meseleler için bile kendini yargılayabilen insanlardır bunlar. Sonuç olarak uzakta görünen kırbacın ucu bile yeter bu insanların süperegoya boyun eğmesine.
     İşte bahsettiğim pingpong topu ise bu iki insan tipinin arasında gidip gelen tiplerdir. Aslında insanı sıfır veya bir olarak görmeyi sevmem ve doğru bulmam. Bu yüzden de tüm insanlığı pingpong topu gibi görürüm. Süperegoya karşı veya acıya,kaygıya karşı durduğumuz bu durumlar çok karmaşıktır. Ama bu yolun başı ve sonu hep aynıdır. Her seferinde ahlakımıza uygunsuz bir şey yaparız ve her seferinde kendimizi yargılarız. Bu yargıdan kurtulmanın yolları ise bizim diplomatik yanımızdır. Af dileyenler ve kendini savunanlar arasında gider geliriz. Maddi-manevi karşılıklar, özür dilemeler, kısaslar gibi yöntemlerle af dilerken; insanlar, bilim, örnekler gibi şeyleri göstererek de kendimizi savunuruz. Ne yaparsak yapalım benlik kendini oluşturmaya ve değiştirmeye devam eder. Tecrübe edinmek de var işin ucunda fikirlerini sağlamlaştırmak da. Ne olursa olsun benliğin ilerleyici doğası hiç değişmeyecek gibi geliyor bana. Bu ilerlemenin nedeni ise garip bir muamma.


15 Haziran 2020 Pazartesi

Talking Cat Tom





    Duygularımı ifade etme konusunda herhangi bir seçim yaptığımı veya bu hakka sahip olduğumu bile hatırlamıyorum. İçimden gelen her şeyi ortaya koyan biri olarak bu çelişkinin içeriğini masaya yatırmak istiyorum. İçimden geleni ortaya koyan biri olmaktan kastım patavatsızlık derecesinde bile sayılabilir. Fakat işin içine bir duygu karıştığı zaman hep sessiz kalıyorum. Bu sessizlik bir tercihten öte bir çeşit kilitlenme gibi. Mantıkla yeri ve zamanına göre eylemde bulunmak gibi değil de daha çok olması gereken gibi ortaya çıkıyor. Duygunun iyimser veya kötümser olması arasında iyimserler tarafında ağırlık bastığını düşünüyorum. Sevinç ve mutluluğumu daha az ortaya koymaya alışmışım. Eskiden beri kimseyi kırmamak için her şeye kafa sallarken bunun yanlış olduğunun farkına vardım. İçimdeki bu kötümser duyguları ortaya koymak için deneme yanılma ile kendimi eğitirken, iyimser duyguları ortaya koyma konusunda hiç kafa yormamıştım.

     İyimser veya kötümser olsun, ortaya konmayan bu duyguların hepsinin içinde birer enerji saklı diye düşünüyorum. Geriye doğru tarayarak düşünürsek, gereksiz yerlerde ve aşırı biçimde duygularımı boşalttığım olaylar oldu. Bu olaylar yersiz ve aşırı nefret,sevinç,öfke,mutluluk vs. içeren tipte olaylardı. Her şeye soğukkanlılıkla yaklaşmaya alışık olan ben için bile tekrar bakınca garip görünen durumlardı diyebilirim. Bu olayların ortaya konamamış duyguların enerjilerinin deşarj edilmesi olduğunu düşünüyorum. Keza rüyalarım da aşırı aksiyonlu hale geldi. Şimdi bir seçim yapmam gerek. Doğru zamanda doğru enerji deşarjlarına mı öğrenmeliyim yoksa bu enerji deşarjlarını belirlediğim başka durumlara mı yöneltmeliyim?




2 Mayıs 2020 Cumartesi

Güzide

     Loş bir meyhanenin hoparlöre en yakın masası gibi boş alkol şişeleriyle doluyum. Hatıraları geri dönüşüme gitmesin diye doldurmuşum boş şişelere. Yere fırlatıp içinden çıkanı geri yaşarım da bu şişelerin öğütülmesine izin vermem. Uzaktan bakmaktan keyif aldığım şey anılar değildir belki. Belki güzelliği izlemek güzellikten daha önemlidir, belki de güzel olan güzel kalsın diye dokunmaya kıyamam. Kim bilir. Kalemimden fışkıran yalanlar tırnaklarımın arasına dolmuş vebayı gizleyebilir mi? Kaçaklara oynadıkça suça yataklık ediyor gibi hissettiğim bir ben var benden içeri. Suçu suç yapan yargılar ve cezalar. Hangisinden kaçıp, neyi göze almışım bu zamana kadar? Dağların eşkıyası gibi sömürdüğüm hayatlara bir kaç kurşun yeter de artar. Ama dağın kendisine mermilerim işlevsiz kalır. Siyanüre bulanmış makinelerle, altın arama bahanesiyle, sırf param yetiyor diye, gelenle gidenin hesabının muhasebesini bile tutmadan girişmişim bu dağa. Her kazıdan kâr edemezsin. Belki de her 200 metrede bir yeni volkanları açığa çıkarmanın maliyeti getirdi beni buralara. Ne yüce dağlar eridi, ne litrelik şişeler devrildi ama yine de vermem bu masayı geri dönüşüme. Hiç gitmedim ki geri döneyim. Hiç gitmedik ki geri dönelim. 
     Akıl tutar sen bırakmadıkça. Su akar barajlar doldukça. Durum olur durursun, su değil de kap oldukça.

28 Nisan 2020 Salı

Anal Reglim Geldi

      Aybaşı,ay sonu,yılbaşı,ilk çeyrek,gün sonu,hafta sonu. Olmaz ya olur belki hani. Önü arkası, başı sonu olan, zaman değildir ya hani. İnsanın takvimine düştüğü işaretler gibi ya hani. Önün de senin başın da senin ya hani. Santim santim, kalem kalem planlarla soframıza bakmak gibi hani. Hani böyle uçkurun olur olmaz bir anda ilgi bekler de başın derde girmiş gibi hissedersin. Ya olur ya hani böyle ne anlatıyorsun sen amına koyayım ya demek istersin de ama şu açıdan bak bir de meseleye diye başlarsın cümleye. Yapmak isteyip yapamadıkların, yapıp da pişman oldukların vardır ya hani. Yapamadıklarına bir son, yanlışlarına düzeltilmiş bir başlangıç hazırlayan da sensindir ya hani. Anı kaçırdığın için var olmuş gibi sanki bu başlar,bu sonlar,bu koca takvim hani.
      Bir hapishanede olduğumu hayal ettim bugün. Bütün günümüz sohbetle, kitapla, çayla ve televizyonla geçecek değil elbet. Işık alan kumar masası veya yarım ranzalık düşünme alanı da ceza gibi gelecektir. Bunca cezanın arasına sokuşturulacak ıslah bölümleri mükemmel hazineler olurdu. Sinema filmi gecesi, tiyatro çalışması, boncuktan anahtarlık yapma veya ahşap oyma kursu, koro ekibi... Herhangi birini kaçırmak ya mazoşistliği ya da fiziksel bir engeli gerektirirdi.
      Hayatı cezaevi olmuş insanlara gelsin bu yazım. Her bulduğu tatili eğlenme ve dinlenme yatırımı olarak kullanan insanlar bunlar. Belki de tüm insanlar bunlar. Tamamen olmasa da hayatının belli dönemlerde cezaevine dönüşmesi gereken insanlar. Mahkeme salonunda katip olarak yazıp yazıp oynamayı bırakarak tokmağı ele almanın vakti gelmedi mi? Anı yaşamak sadece çılgınlar gibi eğlenebildiğin veya dinlenebildiğin zamanların ötesine geçmesi gereken bir felsefe olmalı. Zamanının önü arkası, başı sonu varsa eğer, ömründen bahsetmiyorum burda, senin yaptığının,yapacaklarının, düşüneceklerinin, alacaklarının, vereceklerinin zamanı için bir düzen varsa eğer sen anı çoktan kaçırmışsın demektir. Aptallık çizgisine kadar zorlanabilir bu hayat belki. Yani demem o ki her uzun yolun bir varış noktası vardır elbet. Yol desen çeşit çeşit bulunur, milli gururumuz. Vaktin de biraz dar olması pek mümkün. Ama molasız gitmek gibi bir yarışta da değiliz hani. İki stand sonra canınız çektiği için üçüncü kavuncuda durup bir mola vermek gibisi mi var. Otobandan gidip de otoban sıkıcılığındaki durak noktalarında zaman geçirmeye mola diyen de var. Ara yollardan gidip gözüne kestirdiği bir tarlaya dadanan fareler de var.


27 Nisan 2020 Pazartesi

İki Bilinmeyenli Denklem

Kartalın ahı var gökten
Bunca çok olmak olur mu
Doyumsuz bu mide sanki zamanın kurtarıcısı
Yırtıcı
Kıymık ne kadar hasretse ete
Tüyün ne kadar kaçabilirse etten
Sağ meme veya sol meme
Seçmeden, istemeden, etin tadı daha güzelse sütten

Kartalın ahı var gökten
Hiç kaybolmayan ufku olur ya
Çekirdeği tam ortada olur hani
Ölü derisini kaplamış bu bedenin
Denize dökülen lağım
Ölü derimin hamamı bu ufkunda kara görünmeyen güverte
Pür olmasa da pak
Çöpten çıkar hep çıkması gerekmeyen

Kartalın ahı var gökten
Bu masmavilikte görülmemek ne mümkün
Karanlıktan hırka
Ters ayna gibi gözlerine hiç uymaz
Uyku yemeği talihsizce yavan
Usanmış bu mavi etten
Belki biraz süt
Belki daha da ötesine koyun sütünden


23 Nisan 2020 Perşembe

Eşşeği Saldım Çayıra Otlaya Karnın Doyura


Hazzın Nameleri

     Nesnesine ulaşan dürtünün doyumu, ilişkilerin cicim aylarına benzer. Hazzın dorukları yaşanır, hiç bitmeyecekmişçesine mutlu hissedilir ve mantık sahne arkasına geçer. Bütün bunların ise bir öncesi ve bir sonrası vardır. Nesneye ulaşana kadar geçilen yollarla, doyumdan sonra bekleyen gelecek. Schopenhauer reisin akılcılığının, kötümserliğe yorumlanması da buralara dikkat çekmesiyle olmuştur diye düşünüyorum. Çünkü haz anı o kadar tatlıdır ki bırakın o anın eleştirisini, önünün arkasının eleştirisini bile duymak istemez insan. Paha biçemeyeceğim kadar değerli bir şeyin bana ederi gösterilse veya aynı şeyin bana son kullanma tarihi hatırlatılsa ben de üzülürdüm.
     Haz öncesi dönem bir çok şey yaparız. Nesneye yatırım yaparız, ulaşmak için çaba gösteririz veya bir ödün verir bir değeri yükleriz. Ne yaparsak yapalım bu zaman diliminde haz simülasyonlarından birer doz alırız. Benim değinmek istediğim kısım burası. Yani bu bağımlılık gibi akan bir serüven. Ufak ufak dozlarla artan şekilde doyumlara ulaşıp en sonunda sizi muhtemelen öldürmeyecek bir altın vuruşa ulaşmak gibi. Kendimize lezzetli bir soslu makarna yapacağımızı düşünelim. Bir öğün vaktine yaklaştığımızı yani aç olduğumuzu da eklersek sadece kafanızdan geçen bu öğünün menüsünün ne olduğuna karar verme aşamasında haz simülasyonu başlamış demektir. Herhangi bir fikir bilinçte alelade ortaya çıkmayacağı için biyolojik, psikolojik veya sosyolojik olarak hangi açıdan bakarsanız bakın doyuma ulaşmak isteyen dürtü size nesnesini göstermiş ve bundan haz alacağınız sinyalini size vermiştir. Bu ufak simülasyonun peşine gerekli malzemelere sahip olup olmadığınız, hangi sosu seçeceğiniz vs. gibi detaylı sorular eklenip dallanıp budaklanır. Bu her sorunun cevabı kafanızda yeni düşünceler, görüntüler yaratır ve böylece her adımda haz simülasyonu giderek artar. En sonunda karar kıldığınız menü hayalinizde canlanmaya başlayınca salyanıza hakim olamayabilirsiniz, burnunuza kokular geliyor geliyor gibi hissedebilirsiniz ve hatta sanki yemeği yiyormuşçasına hayale kapılıp duyduğunuz hazzı arttırabilirsiniz. Fakat hala tüm bunlar bir simülasyondan ibarettir. Makarnanızı suya koyup beklediğiniz zaman simülasyon daha da efektif hale geçer çünkü doyum anına yatırımınızı yapmışsınızdır ve hedefe yakınsınızdır. Bu fantezi dünyasından hep simülasyon diye bahsettim fakat yeterince iyi dizayn edilmiş bir simülasyondan gerçek olanı ayıran şey nedir ondan bahsedeyim. Simülasyona yapılan yatırımla gerçekliğe(nesneye) yapılan yatırım arasında büyük fark vardır, simülasyon bir nesne olmadığı için dürtüyü tam olarak kandırmaya yetmez, organik uyaran olmadığı için beynin gereken yerlerine gereken sinyaller iletilmez, ikiyle ikinin toplamının dört olmadığı sonuçlardan mahrum kalırsınız. Bütün bu süreç geçtikten sonra ya yemeğinizin tadı rezalet olmuşsa? Gerçek bir yatırım yaparken paranız batarsa arada geçen süreç size bir şey kazandırmaz ama buradaki yatırımda bu haz simülasyonları size çok şey kazandırabilir. Gerçeğine çok yakın doyumlar yaşayabilir hatta gerçek olana ilginizi bile kaybedebilirsiniz. İki liralik iddia kuponu ile milyarder olmak gibi. Yemeğin tadı rezalet olmuş olsa bile bütün bu yatırım sürecinin sonucuna bağladığınız koca bir umut vardır ve elinizde makarna oldukça umut hep olacaktır. Belki de haz simülasyonunu bu kadar gerçekçi yapan en önemli şeydir umut. Peki ya makarnamız,domatesimiz veya paramız yoksa? Bütün bu süreci hayal edebilir miydik, buna bir umut bağlayabilir miydik, bundan bir haz alabilir miydik? İşte haz simülasyonunu en tehlikeli yapan nokta burasıdır. Biz gördüğümüz her şeyi hafızamıza atarız. Bir şeyi hayal etmek için onu bir kere görmüş olmamız bile yetebilir. Devrin hayal ve umut satıcısı reklamlar bu haz simülasyonunun suistimaline en güzel örnektir. Görmemiş olduğumuz bir şeyi bize göstermek ve bunun üzerine umut aşılamak onların işidir. Dürtünüzün bir anlık o şeyi istemesi bile yeterlidir. Haz simülasyonu başlamış ve iki liralık iddia kuponumuzla kendimizi kandıramayacak hale gelene kadar durmayacaktır. Doyum anınında sahne arkasına geçtiğinden bahsetmiştim. Nesneye yönelmişken giderek artan mantıksızlık hali bize öyle kıyaslar yaptırır ki bazen ne için neyden vazgeçtiğimizi göremeyiz. Belki de en kıymetli şey olan zamanımızı nelere harcadığımızı hep gözden kaçırırız.
     Sigaramı her söndürdüğümde beliren boşluk hissini çoğu doyum anının sonunda yaşadığımı hissediyorum. Bu his herkeste bu şekilde midir emin değilim ama en nihayetinde bir durgunluk olacağı kesindir. Nesnesi aynı olan hazların doruk noktasında devamlı yaşamak çok olası değildir. Dürtünün açlığını boş bir batarya gibi düşünürsek, onu doldurduktan sonra belli bir süre o bataryayı harcamak gerek. İnsanoğlu da bataryasını bu şekilde tekrar tekrar şarj ederek hayatını devam ettirir. Sık tekrarlanan doyumlar gibi hayatta belki de bir kez elde edilebilecek doyumlar vardır. Nadir olanlar hatırlanmaya değer anılar olarak hafızamıza kazınırken diğerleri hatırlanmaya değmeyecek kadar kolay ve tekrar edilebilirler. İşte bu durgunluk anı mantığın tekrar sahne ışıklarını alması için en güzel fırsattır benim için. Çünkü düşünceler üstünden mantık yürütmek zorken eyleme dökülmüş davranışları irdelemek daha kolaydır. Hazzın, nesnenin, yatırımın ve bu yol üstündeki her şeyin nedeni ve nasılı sorgulanabilir. Benim dikkat çekmek istediğim nokta ise bütün bunların amacıyla ilgili. Bütün bu altın vuruşlara ulaşma çabamızın elbette ki nedenleri var fakat amacı nedir? Bataryalarımızı her imkan bulduğumuzda yüzde yüz olana kadar doldurmalı mıyız? İlerlemek için, yaşamak için tam doluluk esas mıdır? Aslında bunların cevabı hayır olacaktır ve bu büyümenin ta kendisidir. Hayatın siyah ve beyaz değil, grinin tonları olduğu anlaşılınca insan nesnelerden, doyumlardan vazgeçmeyi veya yatırımları yarıda bırakmayı öğrenir. Sorun şu ki bizler zordan vazgeçmeyi bir kurtuluş, kolay olanı ise dayanak seçmeyi öğrenmişizdir aynı zamanda da.Kolay tekrarlanabilir doyumlar bağımlılık haline gelmiş, uzun bir maraton gerektiren nadir doyumlar ise kolayca vazgeçilebilir olur. Örneğin dünya turu yapmak için yatırım yapan bir kişi ele alalım. Bunu gerçekleştirmesi için uzunca bir çaba göstermesi gerektirdiğini varsayalım. Yolun bir noktasında yorulup bu hayalini egede bir sahilde kısa bir tatil için yarıda kestiğini de varsayalım. Bu kişi, nesnesinin bir benzeriyle yaşadığı doyumun ona yine de inanılmaz bir zevk ve mutluluk vermesiyle asıl hedefinden vazgeçmeye daha yatkın olacaktır. Tekrar tekrar farklı sahillerde kısa tatiller yaparak bataryasını bu şekilde doldurup asıl isteğinden tamamen vazgeçecektir. Buna doyumun versiyonları diyebiliriz. Yani doyum nesnesi değiştirilebilir veya yansıtılabilir bir şeydir. Kişi hayalini kurduğu fakat hiç hazzını yaşamadığı bir şeyi başka bir şeyle tatmin etmiştir. İkisinde de bataryası dolacaktı keza. O zaman en başta nadir bir doyumun peşinde gitmenin amacı neydi? Bataryayı daha sık doldurmak daha mantıklı değil mi? Bu sorunun cevabını bir tecavüzcünün neden tecavüze ihtiyaç duyduğunu söyleyerek verebilirim. Parayla devam ettirilebilecek veya bir eş ile sıkça doyurulabilecek bir cinsel ihtiyacı olan adamın bu suçu işlemesinin tek nedeni var. Dürtünün sabit olması. Kişi nesnesini ne kadar değişitirirse değiştirirsen dürtü hep aynı kalacaktır. Libidasyon ve agresyon diye iki temele dürtüye bağlanmış dürtülerin hepsinin buradan geliştiği varsayılır. Sonuç olarak da ne kadar kandırırsanız kandırın hep orada kalacaklardır. Patlamayı bekleyen bir bomba gibi. Her insanın bombası içinde bir şekilde onunla beraber yaşar. Günümüz dünyasında ise aza tamah ederek çoktan vazgeçmiş bizlerin gözlerinin önünde her yerde hatırlatıcılar vardır. İstediğiniz hayatı yaşayan, istediğiniz şeylere sahip olan, istediğiniz konumu elinde tutan insanlar her yerdeler ve bunu paylaşıyorlar. Bombalarımızı tetikleyen bu hatırlatıcılar kimisinde azime, hırsa kimisindeyse depresyon ve tükenmişliğe sebep oluyor. İki türlü de harap olan yine insanoğlu oluyor. Halbuki en baştaki soruya gelelim, bütün bunların amacı neydi? Neden her öğün kuru ekmek yerine arada soslu makarna? Neden dünya turu? Neden tatil? Her şey kendimize bir ödül mü? Her şey bataryayı doldurmak için mi? Yoksa geçip gidecek doyum anının sarhoşluğunu yaşamak için mi?


22 Nisan 2020 Çarşamba

Relief

    Çabaların, inançtan öteye geçemediği anlar için kaldırırım her kadehimi. Ellerime baktığımda hissettiğim kavrama potansiyelinin kendi ümüğüme yapışması ne acı. Boğazıma dizdiğim her cümlenin, hayallerime sakladığım yaşantının kafama dayanmış bir namlu olduğunu biliyorum. Kurban da benim tetikçi de, hatta tetik bile benim. Bu hayatı, bu bedeni kiralamak için ne verdiğimi merak ediyorum. Her gün izlediğimiz başka başka hayatlar var oralarda. Her dokunuşta, her karede, her bakışta fark ettiğimiz sayısız beden var. Cinsimize mi para saydık yoksa tekil ihalelerle mi buradayız? Belki açık arttırmaya bile çıkmışızdır. Varımız bu kadar mıydı yoksa kumar mı oynadık? Ne tetikçiyle savaşacak enerjim kaldı, ne de kendi kafama sıkmam için aldığım şeyin bir değeri. Ne bu beden kadar hapisim artık, ne de sevemeyecek kadar korkak.


21 Nisan 2020 Salı

Uzamsal

     Tanrının, insan yaşamının anlamı için fazla olduğunu düşünüyorum.

17 Nisan 2020 Cuma

Çıplak Vatandaş

Am düdüğü,
Amsalak,
Yarramın anteni,
Sik kırığı,
Evveliyatını sikeyim,
Anal masöz,
Pedo bear,
Amına koduğumunun delisi,
Düdük makarnası,
Ambaş,
Babet köpeği,
Sik kılı,
Amcık ağızlı,
Sikimin suyunu iç,



15 Nisan 2020 Çarşamba

Saklambaç

     Eski günlerin hatırına kafe müzikleri açıp kendinizle sıkıcı muhabbetler yapmaktan yorulduysanız size bir oyun önerim var. Saklambaç. Ciğerinizi dağlayacak bir sigara yakın ve arkanıza yaslanın. Kendinizle muhabbet etmekten sıkıldığınızı kabul ediyorsanız büyük sorununuz var demektir. Düşünceler, davranışların ön gösterimidir demiş zamanında adamın biri. Ön gösterimler, varsayımlar, düşünceler, konuşmalar asla bir dert olmazdı eğer davranışlarınıza yansıtabilseydiniz. Doldur-boşalt şeklinde davranan bu sistemi boşaltamadığınız için rüyalarınız da civcivlenmeye başlamıştır. Ne yapmalı, ne yapmalı?
     Kendinizle saklambaç oynayın. Fantezi ve rüyalarda yaşamak elbette baldan tatlı olacaktır. Orası size isteseniz de istemeseniz de zevk verecek. Premium versiyona yükseltecek paranız olmadıkça da depresyon kaçınılmaz olacak. Sen de bir orta sınıf sadomazo isen o dünyanın tozpembe görüntüsünden bir adım at da oyuna gel. Bu oyun, dizi-filmlerdeki senaryolardan okunarak yaşatılan karakterlerin iç dünyalarındaki hızlı farkındalık, çabuk kavrama, iki bölümde değişim gibi değildir. Kurallar basit: sobelemek için her şey mübahtır. Araç gereç olarak da bir dış gözlemciye ihtiyaç vardır ki sobelenmiş olduğunuzu anlamakta yardımcı olur.
     Düşünceyi düşüncelerle destekleyen hayal dünyası kurgularının aksine her düşünceyi bir düşman olarak görüp eylem gerektiren bir oyun olduğu için vakit öldürmekte üstüne yoktur fakat iyi vakit geçirmek için söz veremem. Oyun beyninizle(veya her ne isim takarsanız) sizin aranızda geçen bir düello şeklinde olacak. Aklınızdan geçen en basit düşünceden, en yoğun düşünceye kadar her şeyi sobelenecek bir hedefmiş gibi görerek başlayabilirsiniz. Yorucu bir başlangıç olsa da sabah kalktığınızda neden ilk iş telefonunuza baktığınız veya canınızın durduk yere bir şey çekmesinin aslında durduk yere olmayabileceği gibi basit düşüncelerin bile sizi nasıl sobelediğini gördükçe oyunu kavramaya başlayacaksınız. Asıl dert ise bundan sonra başlayacak. Sobelendiğiniz bu düşüncelerin doğru cevaplarını kendinize verebilecek misiniz? Verdiğiniz cevapla sobelemiş mi olacaksınız yoksa başka bir sobelenmeye mi maruz kalacaksınız? Sobeleyip oyunu kazansanız bile sobelenmiş olduğunuzu başkalarına anlatabilecek misiniz? Bu oyunun hakemi kim olacak?


12 Nisan 2020 Pazar

Maça Ası

     Zamana sığdırılamayacak keskinlikle bilerek atacağı bu adım için çok güvensiz hissetmişti. Belki de bir daha hiç yakalayamayacağı bir an içinde olup bitivermişti her şey. Öyle bir andı ki, yolu olmayan bir kale kadar fethedilemez ama bir daha asla duyumsanamayacak bir his kadar muğlaktı. Çoktan yola koyulmuş emirlerin, hareket ettireceği her kası hissedebiliyordu. İçinde akan kanı, ciğerlerini harap eden nefesi, suyla ilgili fantezilerini ve sıcaktan kavrulmuş derisinin acısını... Kafasının içinde yaşadığı bu patlamada tüm surları yıkılmış, unuttuğu tüm duyguları ortalığa saçılmıştı. Atacağı basit bir adımdan o kadar şüphelenmiş, onu o kadar çok sorgulamıştı ki hiç olmasaydı daha iyiydi. Bitmez bir döngüye girdiğinin farkındaydı. Dipsiz bir uçurumdan aşağıya itilmişti artık geri dönüşün olmadığını farkındaydı. Kaybolan şey temel güveni değil güvenin kendisiydi. Dibi görebilecek miydi, dipte ne vardı, en başında buraya nasıl gelmişti? Bu soruları soramayacak kadar yorgundu artık. Gözünün önündeki tek şey koca bir kum yığınından ibaretti. Kurguladığı hiç bir senaryo ona bir şeyler anlatmıyordu. Çözdüğü her bulmaca mantığını kaybediyordu. Devasa çölün ortasında kendisi de bir kuma dönüşmüştü. Yapabileceği hiç bir şey kalmamıştı. Sığınacak hiçbir limanı olmayan geminin okyanusu, gidecek yeri olmayan seyyahın yolu, tutunacak dalı olmayan ışığın karanlığı, onunsa elinde bir tek inancı vardı. Okyanuslardan daha derin, yollardan daha uzun, karanlıklardan daha siyah bir inancı sadece bu adıma yükledi. Geri dönmesini beklemeden yükledi. Zaman kaydı, yer yarıldı, acı dilinin ucuna geldi. Bilemeyeceğini bile bile, bildi.


6 Nisan 2020 Pazartesi

Gorgoroth Cemil

     Bir kahve koyanımız yok. Daha kötüsü ise kahve için kaynattığım suyun boşa gidecek olması. İsraf, tamamen enerji israfı.

Estetik

      Estetik aynen etik kelimesi gibi insanlığın uydurduğu onlarca saçmalıktan biri. Kavram olarak ise yine aynen etik gibi toplumun tüm geyliğini ortaya koyuyor. Estetik tam olarak bir çaba, güzellik çabası. Güzelliğin ta kendisini asla kast etmeyen bir kelime. Çünkü zaten güzel olan birine ne kadar güzelsin dersiniz, kendini güzelleştirmeye çalışan birine ise ne kadar güzel olmuşsun dersiniz. İnsanlığın ortaya koyduğu şeylere değer yükleme kısmında her zaman mübalağa, her zaman bir saptırma olmuştur ki en nihayetinde yaptıkları ile daha fazla şey elde etmenin en kolay yoludur.
      Güzellik de güç gibi antik zamanlardan bu yana değerin belirleyicisi olmuştur. Aynı gücün kastan zekaya, zekadan toprağa, topraktan paraya doğru olan değişimi gibi güzellik de değişkendir. Bu konuyu ne kadar objektif değerlendiremiyor gibi hissetsem de paylaşmak isterim. Şunu biliyorum ki sizin insanlara dayattığınız güzellik anlayışı kadar ben de siz fikirlerimi dayatabilirim. Çünkü siz buna değersiniz...
     İnsan ve insan tarafından ortaya konan estetik olarak iki farklı estetik, yani güzellik çabasından bahsetmek istiyorum. İnsan tarafından ortaya konan estetiğin tarihi öyle bir yoldan geçmiştir ki bu yolculuğun bu kadar muhafazakar olması size hacdan daha bir kaç gün önce dönmüş dedenizi hatırlatabilir. Ortaya konan estetik görüneni yansıtan şekil ve simgelerle başlar, bunların git gide mükemmele yakın tariflerini oluşturmayla devam eder, oradan da detay içinde detay içinde detay içinde detay bla bla şeklinde ortaya konanın en ince ayrıntısına kadar tasarlanmış başyapıtlar takip eder. Bir dönüm noktasında kadar... İnsanlar sıkıntıdan mıdır bilmem bu gerçekçi estetiği daha çok soyut şeylere yormayı tercih etmiştir. Gaziantep Mozaik Müzesi bu serüvenin en güzel örneğidir.  Taşa oyulmuş kargacık burgacık suratlardan Aşilin hikayesinin anlatıldığı detaylı fakat basitçe anlaşılabilen yer mozaiklerine, oradan da bir Mona Lisa tablosunu andıran Çingene kıza ve en sonunda da hiçbir şey anlaşılmayan soyut şekilli mozaiklere ulaşabilirsiniz. İnsanlığın geldiği son nokta da tabi size her şeyi anlatacaktır. Minimalizm, postmoderniz, görünmez tablo sergisi... Sonuçta anlatılmak istenen en sade şekli daha güzel olmuştur.
     İnsan estetiği ise bambaşka bir hikayedir. Bu konu insan gibi kaypak ama boşalmak kadar keskindir, öngörülemez ama nettir, karmaşık ama basittir. Çağlar, dinler, ırklar arası bile farklılıklarla ortaya konmuş insan estetiği bugün tam bir çöp yığını olup çıktı. Çünkü birey olduğunu zanneden her kölenin hakları ve fikirleri vardır. 7 milyar fikir var. 7 sikik milyarı hayal edebiliyor musun amına koyayım. Tabi kendi fikri olduğunu düşünmesi için ona empoze edilmiş belli bir güzel insan algısı dışındaki fikirlerinden bahsediyorum. Modanın içindeki ortak fikirlerle kendinizi ortaya koyarsanız güzel olursunuz. Yani sağda solda gördüğünüz ünlümsü ve şaşalı şeylere ne kadar benzerseniz güzelsiniz demektir. Ama dediğim gibi insanlığın kaypaklık yapması lazım. Memenize silikon yüzünüze botoksa yaptırırsanız bu sefer de utanç duymanız gerekir. Çünkü bunlar aldatmacadır. Sanki diğerleri aldatmaca değilmiş gibi yargılanırsınız. Bunu yazarken bile etik denen şey aklıma geldi, kusmamalıyım.
     Buraya kadar okuyabilen okuyucu, sözüm sana. Kafanda bir soru işareti oluşturabildiysem, aynanın karşısına geçip kendi dış görünüşünü süzerken aklına gelebildiysem ne mutlu bana. Fakat bunlar zaten bildiğin şeylerse sana verebileceğim tek şey bir parça müzik. Al. Ünlü bir aşçının da deyişiyle, yiyen yesin yemeyen yarrağımı yesin.


3 Nisan 2020 Cuma

Weltschmerz

     Karantina günlerinin verdiği en güzel hediyeye kavuşmuş bulunuyorum, selam olsun sana sevgili blog. Bütün boş zamanlarımı başka bir güne,haftaya enerji toplamak için kullanmaktan boşlamış bulunduğum senden özür diliyorum. Zaman denilen şeyin değerini azaltmaktan arttırmaya giden emperyalist anlayışımıza bir tokat yapıştıran koronavirüsten de allah razı olsun. Elimize sadece daha fazla zaman bırakmaktan ziyade bir de bizi mekansız bırakarak bizi kendimizle baş başa bıraktı. Bir toplumun kendiyle yüzleşmesinin çok büyük değişikliklere gebe olduğunu düşünüyorum. Türk toplumunun bunda ne bulacağı benim gibi bir çokbilmiş için bile çok iddialı bir kehanet olurdu. Fakat genel olarak düşüncem insanlığın kendini ve dünyayı tanımak için daha fazla zaman ayıracağı yönündedir. Bu da sizi öldürmeyen şey güçlendirir mantığıyla dünyada bir evrime yol açacaktır. Canına yandığım Manisa'nın bile maskeli insanlarla dolu minyatür bir Tokyo halini alması keza benim için gayet yeterli bir evrim. Yıllardır süren kendimi bilme araştırmalarım aslında bana aksini öğretti çoğu zaman. Kendiliğinde veya iç dünyasında bir sorun olduğunu düşünmeyen bir insana ne kadar gerçekleri gösterseniz de bunu düşünmek için çaba sarfetmez. Buradaysa durumun psikolojik olmasından daha çok sosyolojik bir hale gelmesindedir bu düşüncelerim(umutlarım). Kehanetim gerçekleşirse bu yazıyı beğenip like atan ilk kişiye New York gezisi hediye edeceğim. Mekansız kalmanın güzelliğini Genci bize anlatsın:
Gencî hakikatım şah-ı nurdayım
Ne yerdeyim ne gökteyim nerdeyim
Mekan tutmaz ispat olmaz sırdayım
Lamekanım lamekandan içeri
Ne dervişem, ne sofuyam ne canan
Ne kafirem, ne müminem ne iman
Ne zahidem, ne münkirem ne de nadan
Geçmişem küfr-ü imandan içeri

     Şairin mahlası son dizeden önce kullanmış olması ve son dizede bizlere ne olmadığını anlatıyor olmasının güzelliğini bir kenara bırakalım. Lamekan kelimesi çok hoşuma gitmiştir. Kullanıldığı cümleye sadece kullanılmış olmasıyla bile, kendiliğiyle ağırlık katan bir kelimedir (Örn. Hakikat). Mekansızlık insanoğlunun algılayamayacağı bir düşünce içeriği gibi görünüyor. Çünkü lamekanım dediğim durum bir sonsuzluk içerir. Maddi anlamda bile sonsuz evrende varsayım olarak sonsuz mekan bulunacaktır. Basit mantıkta bile evimin iki odası, odanın iki köşesi, köşenin iki duvarı bambaşka mekanlar demektir. Mekansızlık kelimesini neden uydurduk biz o zaman aq, neden kullanıyoruz. Tabi ki hisleri ifade etmek için. Bu kelimenin sadece tanım olarak kullanılması dışında, manasında yatan iki şey düşünüyorum. Birincisi bir hissi tanımlayan durum olduğu için bu durumdan kurtulmaya olan istek manası. Üzüldüğünü belirten bir insanın aslında teselli,konuşma veya bu durumdan kurtulma isteiğini belirtmesi gibi. Mekansızlığın acı vericiliğini bir şarkıyla izah edeceğim burada. İkinci manası ise LSD trip. Ben herkesten farklı düşünen, entellektüel ve aşırı bir cool boy olduğum için tabi ki de ikinci seçenek üstüne yoğunlaşacağım. 
     Mekansızlık bir maceranın başlangıcı da olabilir en nihayetinde. İnsanoğlunun gerçeklik diye oluşturduğu bu koca inanç sisteminde mekan kavramının göreceliği çoktan kanıtlanmıştır.Yani görülmeyi bekleyen nice mekanlar var daha. Rüya analizleriyle psikiyatristler bilinçdışında mekan kavramının çok farklı işlediğini keşfetmişler. Erken çocukluk döneminde de ilkel egonun gelişmesiyle bu algının oluşmaya başladığı düşünülüyormuş. Genci ise bunu evvelden bize anlatmaya çalışmış herhalde. Egonuzu alaşağı ederek çıkılabilecek bu macerada tripten tribe koşmak mümkün. Fakat lamekanım lamekandan içeri sözü olayı bir üst levele taşımakta ki bu da bana kafayı yedirtiyor. Bütün bu psikiyatri zırvalarının olmadığı dönemde asit tribine girmiş Genci mekansızlığın içinde nasıl mekansız kalmıştır? Bu bir his ifadesiyse bu nasıl bir histir?